Boğaziçi’nden “Sorbonn’a” Uzanan Bir Yol Var Mı? – Emir Arda

715

1968 Nisanı’nın sonları, Mayısı’nın başlarıydı. Fransa’nın “Nanterre Üniversitesi’nde” öğrenciler ve dekan arasında, çok temel özgürlük taleplerinin üzerinden bir anlaşmazlık meydana gelmiş, bu meydana gelen anlaşmazlıklar sonucu küçük çaplı bir huzursuzluk oluşmuştu. Bunun sonucunda dekan, 2 Mayıs günü üniversite kapılarını öğrencilere kapatma kararı almıştı. Muhtemelen bunun, huzursuzluğu dindireceğini ya da öteleyeceğini düşünüyordu. Bunun üzerine “Paris Sorbonn Üniversitesi” öğrencileri, 400 kişi gibi oldukça az sayılabilecek bir toplam ile bir eylem örgütlediler. Fransa polisi, bir uyarı yapma zahmetine dahi girmeden oldukça sert bir müdahale ile toplananları dağıttı. Çok sayıda öğrenciyi tutukladı ve eylem alanında “orantısız bir güç” uyguladı.

Ne olduysa bundan sonra oldu demek yanlış olmaz. Polis saldırısından sonra “UNEF” 6 Mayıs’ta, sokağa çıkma çağrısı yaptı. Bu çağrıya cevap veren 20.000 kişi, belki daha fazlası, “Sorbonn’a” doğru yürüyüşe geçti. Aynı şekilde kitleyi dağıtabilecek olduğunu düşünen polisin yanılgısı, “kaldırım taşlarının altında kumsal olabileceğini” bilmemesinden kaynaklıydı. Parisliler, 1871 mirası ile direndiler, barikatlar kurdular ve eylemlerini süreklileştirdiler. 13 Mayıs gününe kadar direniş bedel ödeye ödeye devam etti. 13 Mayıs günü, ekonomik krizin yarattığı sabır taşkınlığı sonucu, işçilerin tabandan doğru gelişen taleplerle birlikte, sendikalar tarafından yapılan çağrı üzerine, Paris sokaklarına inmiş 1 milyondan fazla kişi vardı.

Eylemler, üniversite işgalleri, o güne kadar görülmemiş büyüklükte grevler, fabrika işgalleri ve bütün bunların dolayımıyla gerçekleşen öz-yönetim denemeleri ile devam etti. Artık ne sendikaların, ne “UNEF’in” bir geçerliliği kalmamıştı. Geçerli olan tek şey doğrudan eylem ve katılımın, devrimci iradi birlikteliğiydi. Bu birliktelik hareketin içerisinde siyasallaşarak, önce “De Gaulle’ü” Fransa’dan kovaladı, sonra da erken seçim yapılmasına ön ayak oldu. Her ne kadar “De Gaulle”, bu seçimden kendisini pekiştirerek çıksa da, “Fransa 68’i” hem kendi ulusal sınırları dâhilinde, hem de küresel ölçekte gelişen devrimci bir sürecin başlangıcı oldu.

’68, ne bu yukarıda yazdığımız üç paragrafla, ne de kronolojik olarak dizilmiş bir olaylar toplamı ile sınırlı değil elbet. “Komünist Partisi’nin”, hatta genel anlamıyla devrimcilerin, zafiyetlerine ve hatalarına ve başka birçok şeye dair, eleştiriler yöneltilebilir ve yöneltilmelidir. Bunun yanı sıra 68’in yarattığı özgürlükçü dalgadan ve onun ‘70’lerden bugünlere değin uzanan etkilerinden bahsedilebilir. Buna dair, isteyen olursa, naçizane bir öneri olarak “Devrim Provaları”[1] adlı çalışmaya bakabilir. Ancak burada amaç belirli bir tarihsel benzeşim yapmak ve bu benzeşim üzerinden bugüne dair bir anlak oluşturmak zihinlerde.

Bize 68’i anlatmak zorunda hissettiren, dün Boğaziçi’nde gerçekleşen olaylar silsilesiydi. 3 Ocak günü, rejimin, üniversiteye kayyum rektör atamasının gündemleşmesinin ardından, 4 Ocak’a bir çağrı yapıldı. Hem Boğaziçi’nin içerisinden, hem de dışarıdan bir tepki oluştu. Birçok gençlik örgütü ve başka başka üniversitelerden destek mesajları yağmaya başladı. Saati geldiğinde, eylem alanında binlerce öğrenci, çoktan toplanmıştı bile. Nicelik itibariyle uzun zamandır görülmeyen bir kalabalıktı gençlik için bu sayı. Önce bir “forum” düzenlenmek istendi, polis ilkin bu “foruma” katılmak isteyen öğrencilere saldırdı ancak engel olamadı. “Haziran’ın” mirasını omuzlayanlar, adeta kampüsün önünü Taksim’in ilk günlerine çevirdiler. “Forum’da” kayyuma ve onun korumalığını yapmak için gelen polise meydan okundu. Direnen “BİMEKS İşçileri” ile birleşildi.[2]  

Eylemin akan sürecinin içerisinde, kayyum rektörün okula geldiğini öğrenen gençlik, “kayyumu karşılamaya gitmek isteyince de” olan oldu. Polisin ve ÖGB’nin buna engel olmaya çalışmasının ardından, kurulan barikatlar gençlik için bir çarpışma alanına dönüştü. Direniş sloganlar, halaylar ve meydan okumalar ile devam etti. Polis okulun kapısına kelepçe vurmak zorunda kaldı. Ancak Boğaziçi öğrencisi ile oraya dışarıdan akan gençliğin buluşması engellenemedi. Bütün bu eylemsellik sol için bir moral kaynağı artık. Ki aynı zamanda rejim için de bir korku alanı. Bir şeylerin bozulmasından, suni bir şekilde dengeledikleri korku eşiğinin aşılmasından oldukça korkuyorlar, doğrudan tehdit ediyorlar, kendi içlerini konsolide etmeye çalışıyorlar…

Ancak bunun ötesinde de kimi şeyleri tartışmaya ihtiyaç var. Öncelikli olarak ne Boğaziçi ne de başka bir üniversite, muhtemelen, tek başına böylesi bir durumu, bu zaman aralığında yaratamazdı. Ki bu, sadece Boğaziçi’nin “liberal” ve “elitist” şekillenişi ile alakalı bir durum değil. Beş senelik gelişen süreçte, rejimin her anlamda yarattığı kuşatma, deneyimi ve deneyimi uygulamaya alacak olan iradeyi sönümlendirmiş durumda. Rejim kendi korku alanının hemen önüne bir eşik çekerek, var olan suni dengeyi dikenli teller ile sarmalamış, diyebiliriz. Ve bu eşiğin arkasında mevzilenerek, kitlelerin siyasalın içerisinde toplumsallaşarak, bu eşiği aşmasını engelleyen çok bütünlüklü bir saldırı gerçekleştiriyor.

Fakat bu kuşatmaya yönelik gelişen, özellikle Kadıköy’de temsil olan bir gençlik toplamının olduğunun ve sokakta deneyimlenen bir arayışın, düşüş ve yükselişler ile sürdüğünü birçoğumuz biliyoruz. İşte dün “Boğaziçi’ni Türkiye, Türkiye’yi de Boğaziçi” yapan, bu arayış içerisinde şekillenen devrimci gençliğin iradi müdahalesiydi. Devletle girdiği şiddet mübadelesinde, ötelenerek düzlemin dışına düşen, eşiği aşamasa da üzerine çıkan, kendi gündeliğini devlet ile bir çarpışma alanı olarak düzenleyen ve tahkim eden ya da en azından bunu arzulayan bu özneler, dün Boğaziçi’nde gerçekleşecek olan, olası bir gelir-geçer eyleme, “barbar aşısı” yaptılar.

Bu “barbar aşısının“ önemi, salt polis ile girilen bir şiddet mübadelesinde devrimcilerin baskın çıkmasında değil. Evet, hem “polis kalkanının alınması”, hem eylemin içeriğinin radikal olması -yukarıda dediğimiz gibi kimi izdüşümleri yarattı-, hem moral anlamında, hem de devrimci iradenin geçerliliği bağlamında, eyleme içerik olarak bir olumsallık kazandırdı. Ama bunlar çok da yabancı olduğumuz şeyler değil aslında. Örneğin “20 Temmuz anmasında”, buna yakın deneyimlemeleri olmuştu gençliğin. O yüzden iradi eylemselliğin bir “barbar aşısı” olarak nitelik kazanması, salt karşı şiddet dolayımı üzerinden değil, Boğaziçi’nde kurulu ritüeli bozmasında ve onunla birleşerek kurucu bir gücü potansiyel olarak var edebilmesinde aranmalı.   

Öyle ki, “forumlar”, kolektif bir biçimde bestelenmiş güzel şarkılar, iktidara karşı direnişi estetize eden pasif eyleme hali, Boğaziçi’nin yabancı olduğu şeyler değil, onun kurulu düzeniydi. İşte yapılan “barbar aşısı”, bu kurulu düzenin içerisinden geçerek, onunla birleşti ve onu bozuma uğrattı. Eşiğin aşılamayacak bir yükseklikte olmadığını, dikenli tellerin kimi yanılsamalardan ibaret olduğunu; hareketin ancak doğrudan eylem ve katılım ile “gerçek harekete” dönüşebileceğini gösterdi. Kendisini önce, iktidar karşısında sınadı, bunun sonucunda “forumda” örgütledi ve kurdu, bu forumda “üretici güçler” ile birleşerek güçlendi-toplumsallaştı ve kurduğunu şiddet dolayımıyla uygulamaya soktu. Ve bu uygulama, “Güney Kampüsü” kapılarının önünden “Sorbonn’a” doğru bir yol açtı.

Elbette Boğaziçi’nden bir devrim çıkmasını beklemiyoruz. Ki açılan yol da “Sorbonn’a” ulaşıp, yeni bir 68’i de yaratamayabilir. Devrimci irade kimi zamanlar çok fazla şey ifade etse de, bizim zaman aralığımızda, Boğaziçi’nde kendi açtığı yolda devam edebilme gücünden yoksun gibi duruyor. Özellikle 28 kişiye yönelik yapılan operasyonun ardından kafalarda kimi soru işaretleri oluşmuyor değil. Ama bu, düzlemin üzerinde konumlanan özneler ile alakalı bir öngörü. Yani, her an her şey olabilir. İradenin çok fazla şey ifade ettiği bir zaman aralığına, hızlıca geçiş yapabiliriz. Ve ayrıca zaten bu öngörü kendi içerisinde yanılmayı arzulamakta. Ki zaten bu tartışmayı yapma girişimi de, yanılmak istemesi ile doğrudan bağlantılı.

Eğer, Boğaziçi’nin “Sorbonn’a” ulaşmasını istiyorsak, en azından, geride kalanların, tutsak alınan 28 kişinin yerini doldurması, oldukça önem arz etmekte. Bugün kurulan polis kuşatmasına karşı çok daha hazırlıklı gitmek gerekiyor. Bunun yanı sıra eylemin, yine en azından, üniversitelere yayılarak, Boğaziçi’nin dışına taşması lazım. Bu toplumsallaşabilmesinin ilk pratik ayağı olabilir. Bu bağlamda, akademisyenlerin verdiği destek açıklamasının da, işçilerin gençlik ile yan yana duracağına dair olan iradi beyanın da, önemli olduğunu söylemek gerekir.

Ki hiçbir şey olmayacak olsa da, dün Boğaziçi’nde bir şeyler olmuştur. Bir farkındalık oluşmuş, kimi olasılıklar belirmiştir. ’68 gibi sıçramalarla gelişecek bir süreç olmasa da, Boğaziçi yeni bir devrimci sürecin, bugün farkına varamadığımız ilk anları olabilir. “Haziran Ayaklanması’na” giden süreçte, “2012 Sonbahar ODTÜ eylemlerinin” ne ölçüde önemli bir rol oynadığını hatırlamakta fayda var. Ki bu süreç, her ne olursa olsun, kendi içerisinde, komünizmin keşfine çıkılabilecek birçok dehlizi de yaratarak gelişecektir kuşkusuz. İşte bu yüzden devrimci özne, kendisini kuracağı ve güçlendireceği imkanları ve olasılıkları bu dehlizlerde aramaya yoğunlaşmalıdır.

Ezcümle: Boğaziçi’nden “Sorbonn’a” uzanan bir yol vardır. İlk adımları atılmış, bu yolun önündeki engeller kaldırılmıştır. Mevzunun özü, “devam edebilecek miyiz?” sorusunun cevabının içerisinde gizlidir. Ve unutulmaması gereken, “Güney Kampüsü’nden” “Sorbonn’a” ya da herhangi başka bir devrimci sürece açılan bir yol olursa, o yoldan düz istikamet ‘71’e yürüyen birilerinin de hiç kuşkusuz olacak olduğudur.

EMİR ARDA


[1] (bkz.) Colin Barker, Devrim Provaları, Yordam Yayınları, 2017

[2] “Direnen BİMEKS işçileri ile birleşilmesini”, Fransa deneyiminde ki işçiler ile yaşanan birleşme ile doğrudan benzeştirmek zor. Bu noktada yanlış anlaşılmak istemeyiz. Orada çok daha örgütlü ve kitlesel bir sınıf söz konuyken, bizim burada çok küçük bölükler halinde gerçekleşen dar direnişler söz konusu. Ki zaten BİMEKS işçileri en az Boğaziçi öğrencisi kadar oranın yerlisi durumundalar. Yani kendi kalıbını aşan ve gürül gürül taşan bir birleşme söz konusu değil. Ancak kategorik olarak yaptığı çağrışım önem arz etmektedir.