MKP: Rolüne sahip çıkan bir devrimciliğin aşamayacağı hiçbir engel yoktur!

1826

1 Mayıs’ın öngününde birleşik mücadelenin koşul ve dinamikleri üzerine Maoist Komünist Partisi sorularımızı yanıtladı.

Bahar devrimcidir! 8 Mart, kadınların erkek egemen sisteme itirazını yükselttiği gün oldu. Mart güneşi iliklerimize işledi. Kürt halkına ve onunla yan yana duran devrimci ve demokratik kesimlere karşı, Efrin işgal savaşıyla daha da şiddetlenen baskı ve saldırı politikasına rağmen, Kürt halkının diriliş günü olan Newroz kitlesel bir biçimde coşkuyla kutlandı. Şimdi önümüz 1 Mayıs. İşçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen halkların egemen sınıflara karşı mücadele günü. 1 Mayıs, aynı zamanda devrimcisi olduğumuz sınıf adına bir muhasebe günüdür. Her siyasi hareket, kendisini büyük altüst oluşların yaşandığı bu döneme nasıl hazırlayacağını tartışmak ve bir yol haritası belirlemek zorundadır. Zira bıçaksırtı bir durumla karşı karşıyayız. Faşist devleti, Tayyip’in sarayı ile birlikte yıkamazsak, o bizim çanımıza ot tıkayacak. Bu açık ve net! 1 Mayıs’ın öngününde bir durum değerlendirmesi yaparak faşizme karşı nasıl bir mücadele hattı öreceğimizi, birleşik mücadelenin olanak ve dinamiklerini sizinle Komün Gücü sitesi olarak tartışalım istiyoruz.”

1- Bölge ve Türkiye durumunun içiçe geçtiği bir süreçteyiz. Bu, birçok yönüyle tehlike ve fırsatların olduğu bir süreç. Biz devrimciler birer analizci değiliz. Yaşanmakta olan süreci kendi sınıfımızın gözünden okuyup devrimin olanaklarını nasıl büyütebileceğimize odaklanacağız. Bu bağlamda içinde bulunduğumuz dünya-bölge-Türkiye durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsanlığın ileriye doğru büyük yürüyüşünün devam ettiğini vurgulayarak başlamak yerinde olacaktır. Umudun sürekli diri tutulması gerektiğini bir an bile unutmadan hareket edilebilirse ve bu umudu diri tutmanın gerekçesi ve anlamının ezilen milyonlar-milyarlar olduğu gerçekliği bilinçlerde canlı kılınırsa; gerçeklere yakın adım atmayı kolaylaştıracak fikirlere ulaşmak ve bunu yaşamın gözeneklerine yedirecek pratik tutum sergilemenin yol yöntemlerini bulup çıkararak hareket etmek daha olanaklı olacaktır.

Böyle bakıldığında ister dünya düzleminde olsun, ister bölge, isterse somut siyasal coğrafya özgülünde olsun daha gerçekçi tahliller yapmak, fikirler oluşturmak mümkündür.

İnsanlık tarihinin ilk çağlarından itibaren bugüne kadarki gelişmelerin zemini olan sınıf mücadelesi bugün de tüm gerçekliğiyle gelişmelere damga vuruyor, yönlendiriyor. Sınıf mücadelesinin her bir tarihsel süreçte aldığı biçim farklı olsa da, kavga kesintisiz devam ediyor. İşte yaşadığımız dünyanın hali… Dün “din” savaşları vs. adı altında vuku buluyordu, bugün de “demokrasi”, “özgürlük” ihracı adı altında yürütülen işgal saldırılarına karşı geliştirilen direnişle, “terörizmle mücadele” adı altında devrimci-ilerici dinamiklere karşı yürütülen saldırılara karşı gelişen mücadelelerle, devrim ve demokrasi mücadeleleriyle vb. adlarla. Hepsinin ortak yanı, bir avuç emperyal gücün ve yerel dayanaklarının, dünya üzerinde hakimiyet kurma, egemenliklerini yayma, egemenliklerini sağlama alma ve sömürülerini dizginsizce sürdürme çabası ve bunların karşısında konumlanan geniş halk yığınlarının irili ufaklı, silahlı yada silahsız mücadelesi.

Irak’a emperyalist müdahalenin esas olarak Irak’ın zenginliklerine egemen olmak olduğunu kim inkar edebilir ki. Ya da Irak özgülünde bölgeye, bölge zenginliklerine egemen olmayı. Veya Fildişi, Somali, Afganistan, Balkanlar vb.’de yaşananların ya da somutta faşizmin açık ve daha baskıcı şekilde tahkim edilmeye çalışıldığı siyasal coğrafyamızda yaşananların emperyalizmle-emperyalist çıkarlarla ilişkisi gizlenebilir mi?

Bugün nereye bakılırsa bakılsın, gerçeğin kendisi aranırsa kökünde artı-değer gaspının-sömürünün sürdürülmesi, yer altı-yerüstü zenginlik kaynaklarının ele geçirilmesi için tekelci emperyalizmin egemenlik-hegemonya-yayılma eğilimi karşımıza çıkar. Somutta adı ister “kitle imha silahları” olsun, ister “demokrasi” transferi olsun bu gerçek değişmez.

Temel olarak, emperyalizmin “eğilim”i ve sermayenin dinamizmi alındığında dünyadaki, bölgemizdeki ya da Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki gelişmeler daha gerçekçi bir yere oturtulabilir.

Emperyalist sistemin, yaşadığı tıkanıklığı aşmak, kendini yaşatmak ve sistem olarak varlığını devam ettirmek için karşısına çıkan engelleri aşma çabası, kendisini yeniden üretmeyi koşullamaktadır. Bu yeniden üretim ekonomiden tutalım da, devlete, siyasete, örgüte, ideolojiye, kültüre, hukuka, felsefeye, yargıya vb. vb. tüm alt yapı ve üst yapı kurumlarına bir hareket katar. Yeniden yapılanma da diyebileceğimiz bu olgu, sistemin her tıkanmasında daha gözle görülür olur.

İşte bugün, tam da emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı krizin, krizden çıkma sancılarının “kendini yeniden üretim”i koşulladığı, sermayenin üretimi için “birikim”in gerektirdiği, bunun doğal sonucu olarak da sistemde ve sistemin her bir parçasında yeniden yapılanmayı gündeme getirdiğini belirtebiliriz. Ortadoğu’da statükocu rejimlerin yıkılması, yerine emperyalist-kapitalist sisteme yeniden entegre olmuş ve emperyalizme ve tekelci sermayenin ihtiyaçlarına cevap veren devletlerin, iktidarların oluşturulması ve konumlandırılması, sermayenin daha rahat dolaşımı için yeni düzenlemelerin yapılma çabası pazarlar üzerine kavgayla el ele-iç içe yürürken, tanık olduğumuz işgal savaşlarını, tanık olduğumuz faşist düzenlemeleri gündeme getirmektedir…

Elbette yeniden yapılanma masa başında üretilen strateji-tasarım ya da fikirlerle hemen hayata geçmiyor. Bunun somuta inmesi, somutta hayata geçirilmesi kolay olmamaktadır. Ortadoğu’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Balkanlar’a, Türkiye-Kuzey Kürdistan’a baktığımızda bunun ne anlama geldiğini, karşılığının ne olduğunu rahatça görebiliriz.

Doğrudan bir cevap olarak; emperyalist sistemin yaşadığı ekonomik-siyasi kriz, çok kutuplu emperyalist mücadele şartlarında, her bir bölge ve yerelde emperyalist aktörlerin bizzat karşı karşıya gelmesine neden olmuştur. Her ne kadar direk karşı karşıya gelme yerine kendilerine bağlı yerel iktidarlar ya da güçler üzerinden “vekalet” savaşları yürütülüyor olsa da esas olarak emperyalistler arası bir hegemonya savaşının yürütüldüğünü söylemek isabetli olacaktır. Ortadoğu bu gerçeği anlatmaktadır. Sayılabilen tüm emperyalist güçler Ortadoğu’dadır. Yerel uzantıları-iktidarları ve bilimum militarist ya da cihadist güçler “vekaleten” oradadır. Ve hepsinin oradaki varlık nedeni emperyalist sistemin tıkanıklığını aşma doğrultusunda gündeme gelen ekonomik politikalardır.

Emperyalistler ve onların sahadaki -bölge ve yerellerdeki- uzantıları vasıtasıyla yürütülen bu mücadele ve savaşlar karşısında en geniş halk yığınları da nötr durumda değildir. Yaşamlarını ve geleceklerini birebir ilgilendiren bu emperyalist-kapitalist politikaların, yeniden yapılanmanın kah işgalle, kah yeniden tahkim edilen diktatörlüklerle ya da adı ne olursa olsun, hangi renge bürünürse bürünsün gündeme gelen savaşlarla yürütülüyor olmasının en ağır faturasını ensesinde hisseden halk kitlelerinin dışa vurdukları tepkilerin bu süreç üzerinde etkisi olmaktadır. Halk kitlelerinin bilinç düzeyi, örgütlü duruşlarının niteliği bu mücadelede belirleyici bir öğedir. Belirtmek gerekir ki, dünya ezilen halklarının kaderi bugün birbirine daha çok yaklaşmış, iç içe geçmiştir. Belirlenen emperyalist ekonomik politika yerelle sınırlı kalmamakta, tüm dünyayı etkilemekte ve halkları birbirine daha çok yaklaştırmaktadır. Yani emperyalizmin bir dünya sistemi olarak yerel ekonomiler üzerindeki belirleyici etkisi bugün daha da artmıştır, halkların mücadelesi daha çok ortaklaşmıştır.

Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki gelişmeleri de bu doğrultuda ele almak gerekir. Emperyalist sistemin ve tekelci sermayenin ihtiyaçlarına daha iyi cevap olabilme için gerekli olan “güncelleme” sancılı olmaktadır. Eski haliyle, mekanizmalarıyla, savunduğu ulusal ve uluslar arası politikalarla emperyalizmin ihtiyaçlarına cevap olmakta zorlanan ve tıkanıklık yaşayan Türk egemenler devleti yeniden yapılanma sürecine alınmış, AKP gibi ümmetçi ve Türk milliyetçisi bir partiye görev verilmiştir. Toplumu manipüle ederek, popüler söylem ve politikalarla geniş bir kitle desteğini aldıkça iktidarlaşan, iktidarlaştıkça egemen sınıfların ihtiyacına cevap olma adına açık faşist ve daha baskıcı bir yönetime ihtiyaç duyan bugünkü hakim sınıflar iktidarı, hem ekonomik krizlerini aşma, hem de siyaseten yürütülebilir bir iktidar oluşturma çabası içindedir.

Hem uluslar arası alanda yürüttüğü politikalar, hem de ulusal çapta yürüttüğü politikaların istedikleri sonuçlara ulaşamaması egemen sınıflar iktidarını esasta da iktidar olan AKP-Erdoğan iktidarını maceracı ve baskıcı politikalara sürüklemekte, bu durum uluslararası ve ülkede yaşadığı çelişkilerin daha da derinleşmesine neden olmaktadır.

Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasının jeo-stratejik önemi nedeniyle Erdoğan-AKP iktidarının uluslar arası alanda veya emperyalistler arası çelişkide pozitivist politika izlediği söylenebilir. Bu kısmen doğru kabul edilebilir, fakat emperyalizme göbekten bağımlı bir devletin, emperyalizmin icazetiyle varlığını koruyan iktidarların “şımarıklık”larına uzun süre tahammül edildiği pek görülmemiştir. ABD emperyalizmiyle Rus emperyalizmi arasındaki bölgesel çelişkilerden faydalanma ve kendine hareket alanı yaratma adına kısa vadeli kazançlarının olacağı muhakkaktır. Lakin, bu kazançlarla iktidarını sağlamlaştırma, devleti yeniden yapılandırmada iktidarına süreklilik sağlayacak kurumlaşma ve şekillenme yaratma çabasının nasıl bir sonuca evrileceği ise geniş halk yığınlarının mücadelesine bağlıdır. Devrimci-sosyalist öncülerin yetersizliğinden kaynaklı egemen sınıflar arasındaki mücadeleye bel bağlama söz konusu olsa da, bir bütün olarak egemen sınıfların ihtiyacı olan daha merkezileşmiş (tekçi) ve daha baskıcı (faşist) bir devlet mekanizmasına ihtiyaç duydukları, ama karşıy“mış” gibi yaparak iktidarda daha fazla söz sahibi olabilmek için kitle desteğini arkalarına almak istediklerini görmek gerekir. Egemenler arası mücadeleden halkların çıkarına bir şey beklemek anlamsızdır.

Yaşanan krizler her seferinde çözülüyor gibi görünse de, bir sonraki krizlere daha büyük çelişkiler bırakarak derinleşmekte, bu da emperyalizmin daha baskıcı çözümler gündeme getirmesine neden olmaktadır. Lenin’in emperyalizm işgalsiz-savaşsız yapamaz belirlemesi bugünü daha iyi özetlemektedir. Tüm dünyada faşistleşmenin ve faşist partilerin iktidarlaşmasında görülen yaygınlık, ya da faşist partilerin güçlenmesi, işgallerin ve savaşların daha bir yaygınlaşması ve süreklilik kazanması, emperyalist sistemin yaşadığı krizlere bulduğu çözümler olarak ele alınabilir. Bu da doğallığında emperyalizmin ve yerel iktidarların geniş halk yığınlarıyla olan ilişki ve çelişkisinin daha da keskinleşmesi, derinleşmesi ve radikal devrimci dönüşümlerin gündeme gelmesine güçlü bir zemin olmaktadır. Durumun devrimden yana olduğunu belirtmek önemlidir. Baskının olduğu, zulmün sınır tanımadığı, sömürünün dizginsiz bir hal aldığı bir gidişatta isyan etmenin zemini olabildiğince güçlü olur. Bu zemin bugün olabildiğince güçlüdür. Ve bu isyanın ne zaman ve nerede ortaya çıkacağını kestirmek zordur. Bu bir realitedir, fakat, bu, bizi edilgen kılacak, beklentiye sokacak bir yönelime itmemelidir. Sosyalizmin halk güçleri bu gidişatı tersine çevirebilecek yegane güçtür. Görevleri bellidir. Ve bu görevlerin ne zaman yapılacağı üzerine tartışmak abestir. Halkı örgütlemek ve devrimci mücadelenin her bir alanında halkı eğiterek, emperyalist-kapitalist sistemin tüm kurum kuruluşlarıyla birlikte tarihin çöplüğüne atılmasını sağlamak ve yeni bir dünyanın yaratılmasına öncülük yapmak bizlerin temel görevidir. İsyanları beklemek değil, isyanları örgütlemek aslolandır. Partimizin Sosyalist Halk Savaşı stratejisi bunu izah etmekte, mücadelenin yol yöntemine ışık tutmaktadır.

2- Sömürgeci faşist devletin, emperyalistler arası çelişkileri ve hegemonya mücadelelerini de değerlendirip bölgede daha da derinleştirdiği yayılmacı ve sömürgeci politikalarına karşı nasıl konumlanmalıyız? Efrin işgali savaşı birçok yönüyle dersler içeriyor. Süreç bitmedi, devam ediyor. Hepimiz cepheyi Türkiye’ye kurmaktan, sömürgeci işgal savaşını içeride faşist devlete karşı savaşa çevirmekten bahsettik. Bunun olanak ve dinamikleri nelerdi? Neden gerçekleştiremedik? Bundan sonra nasıl konumlanmalıyız?

Yukarıda kısmen bahsettik. Jeo-stratejik konumu nedeniyle emperyalistler arası çelişkiden faydalanma ve Osmanlı’ya öykünme siyasetini somutta görebiliyoruz. Vaktiyle M. Kemal de aynı siyaseti izlemişti. Bugün Erdoğan-AKP iktidarı da Osmanlıcılık hayallerini gerçekleştirme adına Ortadoğu’da üslendiği “eşbaşkanlık” görevini fırsata çevirmek istedi. ABD ve batı emperyalizminin Ortadoğu’da teşhir olmuşlukları, Müslüman ve Batı ile yakın ilişkileri olan “TC” devletine aktif rol biçilmesini gündeme getirmiş, Erdoğan-AKP iktidarı da, bu rol doğrultusunda Müslüman Ortadoğu toplumunu dinsel temalı siyasetlerle, “laik-müslüman” devlet modeli propagandasıyla emperyalizme yedekleme görevini üslenmişti. Ne var ki, Ortadoğu’da popüleritesi arttıkça ve Müslüman-Arap sermayesiyle, Ortadoğu pazarıyla daha çok ilişkilendikçe Osmanlıcılık eğilimi güçlenmiş ve bu eğilimin gereği olarak da emperyalist politikalarda gedikler açan yerel ittifaklara-yönelime girmişti. Ortadoğu’da daha etkin olabilmek, bölge siyasetinde daha aktif olabilmek için kurduğu ittifaklar, cihadist örgüt ve gruplarla geliştirdiği ilişkilerin sonucu olarak da emperyalizmle sürekli gerilim yaşayan, yalnızlaşan bir hal almıştır. Bu yalnızlık siyaseten ve ekonomik olarak da karşılık bulmuş, devamında ise bölgede hegemonya mücadelesi yürüten rakip emperyalistler arasındaki çelişkilerden faydalanma adına Rusya emperyalizmine yaklaşmıştır. Konjoktörel olarak Rusya emperyalizmiyle geliştirdiği ekonomik ilişkiler bölge siyasetinde de tekrar aktif biçimde sahaya dönmenin önünü açmıştır. Ne varki geri dönüş, bu sefer de Rusya emperyalizmi lehine, ABD ve Batı emperyalizminin aleyhine bir pozisyonla olmuştur.

Efrin’e işgal saldırısı da bu minvalde gelişmiştir. Ezeli Kürt düşmanlığından taviz vermeyen faşist “TC”, Rus emperyalizmiyle yakaladığı ilişki sonucu, Kürt ulusal Hareketi’nin Kuzey Suriye’de elde ettiği demokratik kazanımlara saldırmış, Efrin Kantonu’nu işgal etmiştir. Efrin işgali hem Kürt düşmanlığının, hem Osmanlıcılık eğiliminin, hem de daha koyu biçimde tahkim etmek istediği faşist diktatörlüğün ihtiyaç duyduğu bir savaştır.

Irkçı, gerici faşist devlet niteliğinde anlam bulan tek devlet, tek vatan, tek dil, tek bayrak, tek din siyaseti her türden farklılığı yadsıdığı ölçüde etnisiteleri, ezilen ulusları, farklı inançları, farklı kimlikleri yadsımakta, egemen siyaset de bunun üzerinde şekillenmektedir. TC devleti kurulduğu andan itibaren aldığı kimlik tekçilik üzerinedir. Hiçbir zaman farklılıkları kabul etmemiş, aksine her türlü baskı ve zulmü reva görmüştür. Kürt ulusal sorununda da esas yönelimi budur. Ve bu yönelim kırmızı çizgisi olarak varlığını korumaktadır. Kürt düşmanlığı, yalnızca Kuzey Kürdistan’la sınırlı olmamış, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki Kürt ulusunun demokratik kazanımları da sürekli hedef olmuştur. Rojava’nın hem iç siyasette hem dış siyasette sürekli hedef olması bu yüzdendir. Efrin işgali egemen siyasetin doğrudan sonucudur.

Türk egemenler sınıfının Erdoğan-AKP iktidarı eliyle Efrin’e işgal saldırısı birçok yönüyle ele alınmak durumundadır. Hem politik bakımdan, hem askeri bakımdan hem de örgütsel veya birleşik mücadele açısından, dahası bir bütün olarak devrim ve demokrasi mücadelesi açısından öğreticidir.

Devrimci-Sosyalistlerin Kürt ulusunun demokratik kazanımlarına yönelik saldırı karşısında, Kürdistan’ın hangi parçasında gelişirse gelişsin sesiz kalması, aktif tavır takınmaması veya görmezden gelmesi kabul edilemezdir. Bu devrimci-ilerici-sosyalist kimliğin tartışılması anlamına gelir. Ki, en basitinden demokrat olmayı dahi hak edemez. Bu, bu kadar açık ve nettir.

Bu açıdan bakıldığında, devrimcilerin-sosyalistlerin Efrin işgali karşısında takındıkları tavır ve aldıkları tutum isabetlidir, doğrudur ve devrimcidir. İşgal saldırısının ilk gününden itibaren tavır koymuşlar ve aktif bir pozisyon almışlardır. Burada görülmesi gereken halka, Efrin işgal saldırısının yalnız ve yalnız Efrin’le sınırlı olmadığı, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ı da içine alan kapsamlı bir işgal saldırısı olduğuydu. Türk egemenler sınıfı, Efrin’e saldırı başlatmakla birlikte içeride de halklara karşı saldırıyı yoğunlaştırmışlar, koyu biçimde inşa etmek istedikleri faşizmin ideolojik, siyasi, örgütsel, kültürel, ekonomik ayaklarını da güçlendirmek için “milli” hassasiyetler üzerinden Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının bilincine de işgal saldırısı yürütmüşlerdir. Bu durum karşısında devrimcilerin-sosyalistlerin işgal saldırısına karşı geliştirilen direniş ve mücadeleyi içeriye taşıma yönelimi doğruydu. Faşizmin bu oyununu bozmak, saldırılarını boşa çıkarmak ve Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının kendilerini birebir ilgilendiren bu işgal karşısında aktif bir tutum belirlemesine öncülük etmek önemliydi. Bunun yeterince yerine getirilemediği açıktır. Şovenizmle birlikte yoğunlaştırılan kapsamlı saldırıların toplumun tüm ilerici-dinamik kesimlerine kadar yaygınlaştırıldığı, en ufak eleştirinin dahi “ihanet”le eşdeğer görüldüğü ve linç kampanyalarıyla el ele yürütüldüğü bir ortamı parçalayacak, halkları harekete geçirecek, cesaretlendirecek bir çıkışın yapılamadığı-yapamadığımızı belirtmemiz gerekiyor. Bunun çok yönlü nedenleri olduğu ortadadır. İster örgütsel yetersizlik, ister militan devrimcilikteki zayıflama, isterse kitlelerin devrimdeki rolüne ilişkin eksik-yanlış anlayışlar olsun Devrimci-sosyalist hareket bunu samimiyetle değerlendirecek, dersler çıkaracak ve aşacaktır. Efrin işgaline karşı yürütülen direniş ve savaş, bu anlamda iyi bir sınav oldu denebilir. Önemli gördüğümüz bir iki noktayı özellikle vurgulamak gerekiyor. Bunlardan birincisi, militan devrimcilikteki zayıflamadır. Bu zayıflama eylemsizliğe, pratiksizliğe varmakta ve en meşru tavır ve duruşun, en basit demokratik bir talebin dahi sergilenmesini engellemektedir. Bir nevi hareket dışarıdan, tavır dışarıdan, eylem dışarıdan beklenmektedir. Bir devrimcinin kendi görev ve sorumluluğundan, varlık sebebinden bu kadar uzaklaşması-yabancılaşması kabul edilebilecek bir durum değildir. Halkın kendiliğinden sokağa çıkması, eyleme geçmesi bekleniyor sanki. Bu, devrimciliği tartıştıran bir durumdur. Öncülük unutulmuş gibidir. Diğer nokta ise, kitlelerle kurulan veya kurulamayan ilişkidir. Kitleler devrimin, demokrasi mücadelesinin öznesi olmalıdır. Bunun için devrimcilerin dur-durak bilmeden kitlelere gitmeleri, kitlelere bilinç ve devrimi taşımaları gerekmektedir. Devrimciler, kitlelerin yaşadıkları somut sorunlar üzerinden örgütlenmelerini gerçekleştirmelerinde onlara öncülük yapmalıdır. Fakat görülüyor ki kitleler başka yerde, devrimciler başka yerdedir. Kitleleri harekete geçirecek devrimci bir ilişki yeterli düzeyde kurulamamıştır. Toplamında ise, yoğunlaşan faşist kuşatma ve somutta ise Efrin işgali karşısında direniş ve mücadele Türkiye-Kuzey Kürdistan topraklarına taşınamamıştır.

Oysa, Efrin işgal saldırısının Türkiye-Kuzey Kürdistan iç siyasetiyle olan ilişkisi devrimi örgütlemede muazzam fırsatlar sunuyordu. Fakat bu fırsatları değerlendirmede amatör kaldık. Halkın yaşamını-geleceğini birebir ilgilendiren faşizmin işgal saldırısını dağıtacak mücadeleyi halka taşıyamadık, taşıyacak yol-yöntemler geliştiremedik ve her alanda direnişi, mücadeleyi örgütleyemedik.

3- Bugün herkes faşizm tespiti yapıyor. Herkes ortak bir mücadele hattının elzem olduğunu söylüyor. Ve ama yine, bildiği yoldan ilerliyor. Bu yaman çelişkiyi nasıl çözebileceğimize dair bir düşünceniz, arayışınız var mı? Faşist devleti Tayyip’in sarayıyla birlikte yıkmak için birleşik bir mücadele hattının örülmesini yaşamsal gören diğer devrimci siyasetlerle hangi eksende buluşmayı hedefliyorsunuz? Diğer yandan demokratik-sol çevrelerde de (Memleket biziz kurultay çağrısı, HTKP’nin kimi girişimleri vb. vb.) bu yönde arayışlar sözkonusu. Tüm bu kesimleri kapsayabilecek bir ortak mücadele platformu oluşturulabilir mi? Siz nasıl bakıyorsunuz?

Yapılan her tespit, belirlenen siyaset, doğru orantılı olarak konumlanmayı ve pratiği ister. Şayet yapılan tespitlerin yaşamda bir karşılığı yoksa, tespitler ya da siyasetler sorgulanır veya pratik ayağı sorgulanır. Burada iki şey ortaya çıkar: Ya siyaset doğru değil, ya da siyaset doğru ama konumlanma doğru değil.

En geniş halk kitlelerinin dahi kendiliklerinden, kendi yaşamlarından vardıkları bir sonuç olarak faşizm tespitinin yapıldığını özellikle vurgulamak gerekir. Bu kadar aleni ve açık olan bir durum karşısında tespitlerde ikircikli davranmak, kitlelerinde gerisine düşmek olur. Bu anlamda faşizmden (açık ve koyu faşizm) bahsetmek isabetlidir. Bugün faşizmin Erdoğan-AKP eliyle daha koyu biçimde yeniden tahkim edilmeye çalışıldığı bir süreç yaşıyoruz. Gittikçe artan baskılar, yasaklar, yaşam alanlarına müdahale, tek tipleştirme çabaları ve bu doğrultuda gündeme gelen eğitim, yargı, yasama, yürütme, ekonomi, kültür, güvenlik, kadın, gençlik, çevre, iş yaşamı vb konulu tüm politikalar bunu göstermektedir.

Gelir adaletsizliğinin gittikçe derinleştiği, kazanılmış hakların gasp edildiği, hak arama mücadelelerinin ise yasaklandığı ya da şiddetle bastırıldığı, kadınların, cinsel kimliklerin, farklı etnik grupların, ulusların ve inançların yok sayıldığı ve ötekileştirildiği, dahası düşman olarak lanse edildiği faşizmin tüm baskı ve sömürü politikalarının itirazsızca kabul edilmesinin dayatıldığı günümüz gerçekliğinde, bu gidişata dur demek ve karşısında barikat kurmak faşizme karşı yürütülecek aktif mücadeleyle mümkündür. Fakat görüyoruz ki ilerici-aydın kesimlerden tutalım demokrat devrimci kesimlere ve radikal silahlı devrim mücadelesini savunanlara kadar (hatta düzen partisi faşist CHP bile) herkes Erdoğan-AKP iktidarını faşist olarak değerlendirmesine, içine girilen süreci de adlar başka olsa da faşist diktatörlük olarak tanımlanmasına rağmen, pratikte buna denk düşen bir karşılık-bir duruş yeterince sergilememektedir. (Bizler açısından devletin niteliği kurulduğu andan itibaren faşisttir. Bugün ise bu, faşizm kendini yeniden tahkim ederken daha koyu biçimiyle ve açık şekilde karşımızdadır. Dün askeri faşist diktatörlük olarak karşımızdaydı, bugün ise “sivil” olarak ama açık ve koyu biçimde karşımızdadır.)

Faşizm dendiği zaman akla baskıların en ağırı, sömürünün en gaddarcası, yasakların en koyusu gelir. Toplum cendereye alınırken kuşatma gittikçe ağırlaştırılır ve toplumun nefes alması zorlaşır. Yaratılmak istenen tek tiple her söylenene harfiyen uyulması-kabul edilmesi ve biattır. Bu olmadığı zaman zulüm kendini şiddetle gösterir. Bugün yaşanan tam da budur. Ve bundan toplumun büyük çoğunluğu etkilenir. Yalnız işçi ve emekçiler değil, rakip sermaye sınıfları da nasibini alır. Özcesi faşizm sınır tanımaz, kural bilmez, kendi koyduğu yasalar karşısında dahi sorumsuzdur. Bunun toplumda yarattığı hoşnutsuzluk diğer zamanlara göre daha fazladır. Ve kurtulma çabası kat be kat artar. Arayışlar daha aleni olur. Baskının yoğunluğu arttıkça ve etkilediği kesim çoğaldıkça bu arayışlar çeşitlenir, çoğalır. Bugün de olan budur. Baskıdan etkilenen herkes mücadeleden bahsetmekte, bildiği mücadele yol ve yöntemleri üzerinde çağrılar yapmakta ve birlikte mücadelenin öneminden bahsetmektedir.

Kabul etmek gerekir ki faşizmden kurtulmanın yöntemi olarak birlikte mücadele çağrısı yapmak anlamlı ve değerlidir. CHP’nin faşizme karşı çeşitli vesilelerle dile getirdiği mücadele çağrısını dikkate almadığımızı ve değersiz ve samimi olmayan bir çağrı olduğunu da özellikle vurgulayalım. Sistemin etkili partilerinden ve devletin kurucu öğesi olarak adlandırılan CHP’nin Erdoğan AKP’siyle tek farkı birinin iktidar oluşu diğerinin ise iktidardan uzaklaştırılan bir parti olmasıdır. CHP egemen sınıf temsilcisi partilerden biridir. Ve egemen sınıf olarak devletin bekası için vardır. Bugün devlet yeniden yapılandırılırken ve daha merkezi bir devlet bürokrasisi oluşturulmak istenirken CHP’nin bunun karşısında söyleyebileceği bir söz yoktur. Çünkü egemen sınıfların talebidir bu. Daha iyi sömürmek için daha baskıcı politikalar uygulanması, yasaların bu doğrultuda değişmesi ve itaatkar bir toplumun yaratılması ihtiyaçtır. Fakat egemen sınıflar arasındaki iktidar dalaşında CHP eski konumunu kaybetmiş, devlet bürokrasisindeki yeri zayıflamış ve devlet olanaklarından faydalanması zayıflamıştır. CHP tekrar iktidar olmayı hedeflemektedir. Geniş halk kitlelerinin bangır bangır faşizm dediği yerde “hayır faşizm yoktur” demesi elbette beklenemez. Halk kitlelerini arkalarına almak, kitle desteğini çoğaltmak adına faşizm demekte, tek adam diktatörlüğü demekte ve kitleleri saflarına çağırmaktadır. Samimi değildir. Dokunulmazlıklar karşısındaki duruşu dahi buna yetmektedir. Dönem dönem popülist politikalara ihtiyaç duysa da, “adalet” yürüyüşü gibi çıkışlar yapsa da bununda sınırını bilmekte, kitlelerin arayışının radikal mücadelelere kaymaması için çaba harcamaktadır.

Diğer yandan ilerici-demokrat-devrimci-yurtsever ve sosyalist kesimlerin ve partilerin yaptıkları çağrıları olumlu olarak değerlendirmek gerektiğini tekrar vurgulayalım. Her bir kesimin kendince bir çözüm yolu vardır. Yaptıkları tespite karşılık bir mücadele biçimi ve yöntemi ileri sürmektedirler. En pasifinden en radikaline kadar. Fakat hepsinin ortak yanı faşizmden rahatsız oldukları ve baskı gördükleridir. Dolayısıyla faşizme karşı mücadelede ortaklaşma için bir neden vardır ve somuttur. Mesele azami ortak noktalarda buluşmanın yol ve yöntemini bulmak ve onun üzerinde yoğunlaşmaktır. Çözülmesi gereken en önemli mesele budur. Her kesimin bildiği yoldan yürümesi bölünmüşlüğü ve dağınıklığı gündeme getirdiği oranda faşizme daha geniş ve rahat hareket alanı açmaktadır. Niyetler iyidir, fakat sürece cevap olamamaktadır. Dolayısıyla bizlerin görevi bu süreci ileriye taşıyacak yanıtı bulmak, zaman kaybetmeden güçlerin dinamizmini yan yana getirmek ve ortak harekete geçirmektir. Ayırım gözetmeksizin en pasif, reformist kesimlerin dahi kendilerini ifade edebilecekleri, güçlerini katabilecekleri ortaklıklar-birleşik mücadele araçları oluşturulabilir ve oluşturulmalıdır da. Nihayetinde faşizme karşı mücadeleden bahsedildiği yerde, faşizmden etkilenen halk güçlerinin-kesimlerinin bu mücadeleye çekilmemesi ya da çekilme çabası harcanmaması samimi olmaz. Pürüzsüz bir birleşik mücadele hayali kurulmamalıdır. Her birlik kendi içinde çelişkilidir. İster reformistlerin birliği olsun isterse radikal devrimcilerin birliği olsun. Hepsi kendi içinde farklılıkları taşıyarak ve koruyarak oluşur. Burada önemli olan farklılıkları kabul ederek ortaklaşılan konularda birliktelikler yaratmaktır. Partimizin görüş açısından faşizmden kurtulmanın tek yolu silahlı devrim mücadelesidir. Bunu savunmuyorlar diye faşizmden etkilenen diğer demokrat-ilerici kesimlere burun bükemeyiz, faşizme karşı en geniş birlikteliği oluşturma adına “biz bize” yeteriz diyemeyiz. Ya da “biz oluşturduk, hadi siz de gelin” diyemeyiz. Faşizm, bölüp parçalamak, birlikte hareket etmemizi engellemek için elinden geleni yapıyor. Peki biz ne yapacağız? Bunu kabul mü edeceğiz, en geniş halk kitlelerini süzgeçten mi geçireceğiz? Tabi ki, faşizmin tüm saldırılarına karşı en geniş birliktelikleri, mücadele örgütlerini oluşturmak için çabalayacağız. Bugün hali hazırda çeşitli adlarla oluşturulan mücadele platformları, bloklar, konfederasyonlar, federasyonlar vs. bulunmaktadır ve faşizme karşı çağrılar yapmaktadırlar. Ya da çeşitli isimler altında devrimci-ilerici ya da sosyalist partiler ve birleşik mücadele örgütleri bulunmaktadır. Bunların hepsinin farklı politikaları-çözüm önerileri de olsa birlikte hareket etme zemini vardır. Ve bu zemin güçlüdür. Eğer “faşizm”den, “saray diktatörlüğü”nden, “tek adam “ dan vb. vb. bahsediliyorsa ve birlikte mücadele etmeliyiz savunusu dillendiriliyorsa, bunun samimi karşılığı ortak hareket etmek için çaba harcamak zorunludur. Her ortaklaşma, birleşik mücadele kendinden taviz vermeyi gerektirir. Hayır “ben taviz vermem, o versin” dendiği anda ortak hareket etmek hayaldir. Taviz ilkelerden değildir ve bu beklenmemelidir de. Fakat siyaseten-politik tavizler verilmelidir. Bir kesim devletin yıkılmasını zorunlu görmektedir, bir diğeri ise devletin reformlarla demokratikleştirilebileceğini savunmaktadır. Fakat her ikisi de Erdoğan-AKP faşizminde ortaklaşmaktadır. Bu halde hedef Erdoğan-AKP iktidarı olur. Burada devlet hedef olmaktan çıkar mı, ya da devletin yıkılması savunusu boşa mı çıkmış olur? Hayır. Somuttaki bir hedef üzerinde birlik yakalanmış olur. Stratejik hedef varlığını korur. Mesele burada Erdoğan-AKP faşizminden kurtulmak, faşizmi geriletmektir. Bu devrimci mücadeleye nefes aldırır, alan açar, kitlelere ulaşmayı-buluşmayı-örgütlemeyi sağlar.

Bugün açısından birleşik mücadelenin yaşamsal olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Baskı ve şiddetin dozu gittikçe artmakta her türden ilerici engel dağıtılmakta ya da pasifize edilmektedir. Ve bunun yegane çözümü dağınık ve parça parça örülen mücadeleleri ortak noktalarda buluşturmak, daraltılan hedefe güçlü ve sağlam vuruşlar yapabilmektir. Bunun da iki biçimi vardır: Birincisi en geniş demokratik bir cephenin oluşması, ikincisi ise silahlı devrim ve sosyalizm mücadelesi yürüten kesimlerin en geniş birlikteliğidir. Ve her ikisinin de zemini vardır. Her birisi kendi bildiği yoldan faşizme cevap olabilecek mücadele araçlarını, dilini, tarzını,eylemini yaratabilir.

4- Önümüz işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs. Sınıf mücadelesinin her dönemeci kendi 1 Mayıs’ını koşullar. Bu 1 Mayıs’a rengini verecek olan da, kuşkusuz bu dönemki mücadelenin sorun ve ihtiyaçlarıdır. Bu bağlamda 1 Mayıs’ı hangi perpektifle karşılıyorsunuz?

Faşizmin yoğun baskı ve şiddeti ortamında en diri kesimin kadınlar olduğunu 8 Mart dünya emekçi kadınlar günü vesilesiyle tekrar gördük. Faşizmden en fazla etkilenen toplumsal kesim olarak kadınların yaşamdaki yerlerinin gittikçe silikleştirilmeye, eve hapsedilmeye çalışıldığı, yediğinden içtiğine, giyiminden kuşamına, yürümesinden konuşmasına, oturmasına kadar her şeyine müdahale edilmeye ve burjuva medyada tartışma konusu olarak sürekli canlı tutularak kadınlara ayar verilmeye çalışıldığı, dini otoriterlerce fetva üstüne fetva, yargı kurumlarınca da kadına şiddeti meşrulaştıran hukuksal düzenlemelerin kararların verildiği bir süreçte kadınların alanlara akması, gece yürüyüşleriyle faşizme meydan okuyan mesajlar vermesi anlamlıdır. “Biz buradayız ve bize giydirilmek istenen elbiseyi kabul etmiyoruz” diyorlar. Yine şovenizmin ve Türk milliyetçiliğinin şaha kaldırıldığı, Kuzey Kürdistan kentlerinin bombalarla yerle bir edildiği, seçilmiş Kürt milletvekillerinin ve yerel yöneticilerinin tutuklandığı, Efrin’e işgal saldırısının katliamlar eşliğinde azgınca yürütüldüğü ve Kürt ulusuna diz çöktürtülmek istendiği bir süreçte Newroza milyonların akması, alanları doldurmaları ve bize “diz çöktürtemeyeceksiniz” demeleri önemlidir. Buradan şuna varmak istiyoruz: Toplumda tüm baskı ve katliamlara, tutuklama ve devlet terörüne rağmen diri bir yan var. Ve bu fırsat bulduğunda kendini gösteriyor. Fakat devrimci-sosyalist öğelerin yetersizliklerinden vb. bir çok nedenden kaynaklı bu dirilik süreklilik sağlanmış bir eyleme-harekete dönüşemiyor. Bunun kırılması gerekmektedir. Ve bu da devrimcilerin görevidir. Önümüzdeki 1 Mayıs bu yüzden önemlidir.

8 Mart’ta kadınlar faşizme meydan okudu ve peşinden gelen Newroz’da Kürt ulusu faşizme meydan okudu. 1 Mayıs’ta ise tüm ezilenlerin kadını genciyle, işçisi memuruyla, köylüsüyle, Kürdü ve Alevisiyle, azınlık milliyetlerden ezilen inançlara, LGBTİ’lerden ekolojistlere kadar her kesimin meydanlara çıkıp faşizme meydan okuması için devrimcilere-sosyalistlere büyük görev düşmektedir. Gündemi bellidir ve ortaktır. Tüm kesimleri etkileyen, mağdur eden, yasaklayan ve linç eden, işinden-gücünden eden, evinden-mekanından-semtinden kovan, çevresini tarumar eden, kazandığı hakları elinden alan, örgütlenmesini-tepkisini dile getirmesini yasaklayan OHAL’li KHK’lı yaşamı resmi hale getiren faşizmdir, faşist diktatörlüktür. O halde “faşizme karşı omuz omuza”, “faşist kuşatmaya karşı halkların birleşik direnişini örgütleyelim” sloganıyla yürünecek ve mücadeleyi geliştirecek bir perspektifle, ama bir günle sınırlanan değil, günlere yayılan sürekliliği sağlanmış mücadele perspektifiyle 1 Mayıs’a hazırlanmak, 1 Mayıs’ı örgütlemek sürecin bizlerden talebidir. Bizlerin görevi de bu talebe uygun bir enerji ve performans sergilemektir.

Gündeme gelen erken seçimlere ilişkinde bir şeyler belirtmek yerinde olacaktır. Uzun bir süredir gündemde olan ve 2019’da yapılacağı Erdoğan-AKP iktidarı tarafından defalarca tekrarlanmasına rağmen, seçimlerin erkene-erken bir tarihe çekilmesi devrimci-sosyalist hareketin beklemediği bir durum değildir. Hem siyaseten sıkışmışlık ve kendini tekrar eden durum, hem de ekonomik olarak iyi gitmeyen süreç egemenler tarafından istenmeyen sonuçlara zemin barındırması anlamında bir müdahaleyi gerekli kıldığı söylenebilir. Ve bu noktada faşist MHP üzerinden bunun gündeme getirilmesi ve kabul edilerek seçimlerin erkene çekilmesi, Bahçeli’nin aldığı görev ve rolü iyi ezberlediğine işarettir. “Gündemimizde yok” yaklaşımını defalarca tekrar eden iktidarın kalkıp seçim gündemimizdedir demesi absürt olurdu. Bu yüzden Bahçeli’nin önerisi (aynı Cumhurbaşkanlığı önerisinde olduğu gibi) AKP-MHP ya da Erdoğan-Bahçeli ilişkisinin nasıl bir seyir izlediğine de ışık tutmaktadır. Konumuz bu ilişkinin değerlendirmesi olmadığından seçimlere ilişkin genel yaklaşımımız üzerinde durmak anlamlı olacaktır.

Her seçim öncesi gündeme gelen “seçimlere katılım-boykot” meselesi bugün de gündeme gelecek ve tartışılacaktır. Her politik yapılanma kendince açıklamalarda bulunacak ve tavır sergileyecektir. Bu yüzden, önce seçimlere ilişkin genel anlayışı ortaya koymak önemli olacaktır.

İllegal mücadeleyi esas almış ve komünizm perspektifli, silahlı devrim mücadelesi yürüten bizler açısından bu düzende yapılacak seçimlerin burjuva niteliğinin görülmesi ve bu niteliğe uygun bir yaklaşım sergilenmesi ötelenemez bir durumdur. Siyaseten taktik bir mesele mi yoksa stratejik bir mesele mi sorusu da bu anlamda açıklığa kavuşmuş olur. Soru şudur; reform mu devrim mi, yasalcı reformist mücadele mi silahlı devrim mücadelesi mi? Silahlı devrim mücadelesini esas almış bir parti olarak reformların devrim mücadelesindeki yerini önemser, reformlar uğruna mücadeleyi küçümsemeyiz, lakin reformlar uğruna mücadeleyi amaçlaştıran ve stratejik bir mücadele biçimi olarak ele alan yönelimlerle aramıza da net çizgi çeker ve ideolojik mücadelenin konusu yaparız. Reformlar uğruna mücadeleyi yadsımadığımız gibi yasal mücadele ve örgütlenme olanaklarını da reddetmez ve devrimci mücadelenin gelişimi açısından taktik bir mesele olarak ele alırız. Dolayısıyla seçimleri de, yasal mücadele ve örgütlenme olanakları sunduğu-sunabileceği ve devrimci mücadeleye hizmet edip-etmeyeceği bazında ele alır değerlendiririz. Bu da öncesinden hazırlanan ve ezberlenen bir reçete ile değil, somut durumun somut tahliline göre, gelişmelerin doğru okunmasıyla gündeme gelebilecek taktik bir siyasetin konusu olur. İster seçimlere katılım, isterse boykot bizler açısından taktik siyasetin konusu ve sonucudur. Burjuva seçimler olmazsa olmaz değildir, bu düzende esas olan egemen sınıflar arasındaki egemenlik-iktidar yarışının ve halkı kimlerin ezip sömüreceğinin seçimini yapmak değil, bu devletin zor yoluyla nasıl yıkılacağının ve hangi stratejik ve taktik araçların kullanılarak bu sürecin hızlandırılabileceğinin seçimini yapmaktır. Burjuva seçimleri abartarak demokrasiye sahip çıkma adı altında seçimlere kilitlenmek, seçimleri amaçlaştırmak ve seçimler üzerinden devrim hayali kurmak, devrim mücadelesini bilinmez bir tarihe ertelemektir. Taktik bir siyasetin konusu olarak seçimlere yaklaşımımız budur.

Seçim süreçlerinde gündeme gelen ve çokça tartışılan konulardan biri de ittifaklar meselesidir. İttifaklar ya da birleşik mücadele meselesi, seçimler gibi taktik siyasetin konusu olarak ele alınmayacak kadar önemlidir. Her halükarda seçimler vesilesiyle tekrar gündem olsa da, devrim ve sosyalizm mücadelesinde vazgeçilmez stratejik bir yere sahiptir. İttifaklar ya da birleşik mücadele, devrimci mücadele süreci boyunca ve devrimden sonraki iktidar koşullarında da devrimin ihtiyaçlarına cevap veren temel bir siyasettir. Devrim kitlelerin eseridir deniyorsa, en geniş halk kitlelerini bu devrimin özneleri haline getirmek ve bunun siyasetini üretmek zorunludur. Kitleleri birleştirmek, örgütlü halk güçlerini birleştirmek demektir. Bir kısım halk güçleriyle hareket edip diğer bir kısmını dışarıda tutmak, devrimi ve devrimci iktidarı da tartışmalı hale getirir.

Genel perspektifimiz Halkın Birleşik Cephesinin oluşturulmasıdır. Fakat her bir somutta oluşturulacak ittifaklar ve birleşik mücadele örgütleri kendi koşullarıyla ele alınmayı gerektirir. Bu anlamda somuttaki siyaset taktik olarak kendini gösterir. Seçimler meselesinde gündeme gelen siyasette buna tekabül eder. Bir, genel stratejik yönelim, devrim ve sosyalim mücadelesi için stratejik olan birleşik mücadele, diğeri, somut durumda-güncel olan taktik birleşik mücadele. İkisi bir ve aynı değildir, aynılaştırılamaz ama birbirinden kopuk-bağımsız da ele alınamaz. İlki perspektif sunar, ön açar. İkincisi ise birincisini destekleyen, devrim mücadelesine itilim sağlayan bir özellik barındırır ve stratejiye hizmet eden taktik bir siyaset işlevi görür.

Bugünkü koşullarda, somut siyaset anlamında ise bunun anlamı şu olur; ister seçime katılım isterse seçimleri boykot olsun, faşizmin topyekün saldırılarının iktidarın tekleşmesinde vücut bulduğu ve daha koyu bir faşizmin tahkim edilerek açık faşizm şeklinde toplumun cendereye alınmaya çalışıldığı ve bu seçimlerinde bu süreci devrim ve karşı devrim açısından önemli kıldığı bir momentte en geniş halk kitlelerinin ve devrimci halk güçlerinin ortak mücadelesi kendini dayanılmaz biçimde dayatmaktadır. Özellikle faşist diktatörlüğün toplumun tüm ilerici, demokrat, aydın, kadın, gençlik, çevreci, LGBTİ, öğrenci, çalışan vb kesimlere saldırısı ve demokratik hakları gasp etmesi yanında Kürt ulusu üzerinden geliştirilen şovenizm, katliamlar, Kürt temsilcisi siyasilerin tutuklanması, yine seçilmiş yerel yönetimlerin görevlerinden alınması, binlerce Kürt siyasi temsilcisinin tutuklanması, Kürt yerleşim yerlerinin yerle bir edilip bu alanları boşalttırarak demografik yapıyı değiştirmesi, yalnız siyasal coğrafyamızda değil, Kürt ulusunun yaşadığı tüm Kürdistan’ı ve demokratik kazanımları hedeflemesi bu taktik siyasete biçim vermektedir. Açık söyleyelim ki, özellikle yaşadığımız süreçte oluşacak tüm ittifak ya da birleşik mücadele, Kürt ulusunun devrimci dinamiklerini yadsıyarak ele alınamaz. Bu devrimci mücadele açısından vahim bir hata, yön kaybı ve kusurlu bir siyaset olur. İster seçimlere katılım konusunda isterse seçimleri boykot konusunda olsun oluşacak ittifak ya da birleşik mücadele Kürt devrimci dinamikleriyle buluşmalıdır.

İlerici-devrimci-demokrat-sosyalist güçlerle ittifak gerçekleştirme konusunda engel yoktur. Esasımız veya öncelikler gündeme geldiğinde doğaldır ki ilk tercihimiz ve peşinden gelenler gibi bir değerlendirme yapılabilir, fakat bu ittifaklar siyasetinde bir kısmını dışarıda tutmayı meşrulaştırmaz. Önceliğimiz sosyalistler olur, önceliğimiz Kürt devrimci dinamikleri olur, bu diğer ilerici-devrimci dinamikleriyle ittifakı ötelemez-ötelememelidir.

Bu süreç devrimci-sosyalistlere ve tüm halk güçlerine büyük bir görev yüklemiş durumda. Faşizme karşı mücadelenin her an’da ve alanda örülmesi, toplumun her kesiminin bu mücadelenin bir bileşeni olarak örgütlenmesi, her bir kesimin kendi cephesinden, kendi yetenek ve birikimleriyle, kendi gücü ve olanaklarıyla ama büyük-küçük demeden tüm ilerici-devrimci dinamiklerin müşterek noktalarda birleşerek hareket etmesi bugün ertelenemez bir sorumluluktur.

Son söz olarak şunu belirtebiliriz;

Toplumdaki algıyı ve psikolojiyi de iyi gözlemlemek gerek. Faşizmin koyu baskısının kitlelerde yarattığı etki basit değildir. Öncüsüz bırakılan kitlenin uzun bir süre direngen ve diri kalması beklenebilir ,lakin eğer öncülükten bahsediliyor ve öncülüğün olmazsa olmazlığı dile getiriliyorsa bunun bir anlamı, yöntemi ve eylemi olmalıdır. Partimiz de bu bilinçle, tüm militanlarıyla bu sürecin örülmesinde rolünü aktif sergileyecektir.

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Adınızı buraya yazınız